NİLGÜN MARMARA ŞİİRİNDE BEDENİN MEKÂNLAŞMASI
- Gunes Sonmez
- Oct 29
- 6 min read
“Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp kendime
yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer...
Kafatasımın içini, bir küçük huzur adına aynalarla kaplattım, ölü ben’im
kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden! Paniğini kukla yapmış hasta
bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayrı yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.”(Marmara, 60)
Nilgün Marmara’nın şiirlerinde beden, yaşamın ağırlığını taşıyan bir yük olarak varoluşsal bir mekân haline gelir. Onun dizelerinde beden, yalnızca fiziksel bir varlık değil, bireyin melankoli, ölüm ve çıkışsızlıkla şekillenen içsel bir evreni olarak çıkar karşımıza. Marmara’nın şiirleri, o kısa ömrüne sığdırdığı yoğun duyguların ne bedenine ne zihnine ne de kendisini çepeçevre sarmalayan dış dünyayla sınırlı olmadığını haykırır her bir dizesinde. İçinde yaşadığı çarpıklaşan toplumun bir aynası olmayı hedeflemez, bir çözüm ya da birlik arayışında değildir. Sadece ‘var’dır Nilgün Marmara. Ve varlığın önemini yoklukla ölçmeyi uygun görmüştür. İlk şiiri 197?’de yayınlanan Nilgün Marmara, döneminin şairlerinden kendisini radikal bir şekilde ayırır. Her ne kadar İkinci Yeni akımının bir parçası olarak görülse de onun şiirleri çağdaşlarının pek de tercih etmediği bir karamsarlıkla çalkalanır. Bu karamsarlığın nedenlerinden bir tanesi de kuşku götürmez ki 12 Eylül darbesi ve darbe sonrası Türkiye’sinde yaşanan sosyal, politik ve kültürel değişimlerdir. Askerî darbenin ardından Türkiye günümüzde dahi etkileri oldukça hissedilen toplumsal yaralarla baş etmek durumunda kalmıştır. Topluma yayılan güvensizlik hissi, aniden kendini gösteren günlük işkence ve şiddet tehdidi, her gün daha da artan toplumsal baskılar bireyi izolasyona ve paranoyaya sürüklemiştir. Sokağa atılan adımlar güvenli olmadığı gibi insanlar şahsi evlerinde bile baskın tehdidiyle karşı karşıya kalmış, kapı komşusuna güvenmekten aciz hâle gelmiştir. Asker ve devlet eliyle desteklenen bu korku iklimi dönemin sanatçılarını sarsmış ve derinden etkilemiştir. Dünya genelinde yaşanan faşist yükseliş ve İkinci Dünya Savaşı sonrası matematiği de göz önüne alındığında Türkiye’nin içinde bulunduğu bu durum bir tekillik arz etmemekle birlikte insanlık tarihinde işlenen en kanlı suçlardan birisi olarak tarihe adını yazdırmıştır. Bu karanlık dönemin şairlerinden olan Nilgün Marmara da bir kadın olarak, bir sanatçı ve düşünür olarak içinde olduğu baskıcı ortamın etkilerini sanatında ifade etmiştir. Karanlık bir distopyaya dönüşen sokaklar dönemin gençleri üzerinde izolasyon baskısı yaparken hak hukuk mücadelesinde kaybedilenlerin hüznü bu baskıyı gönülsüz bir tercihe dönüştürür. İnsanın güvende olduğu tek yer kendi zihni, kontrolünü sağlayabildiği tek alan kendi bedenidir. İşte bu toplumsal travmalar “beden” algısı üzerinde dramatik bir değişime sebebiyet verir.
Bu topraklarda üretilen şiirin tarihine baktığımızda beden kavramı, dönemlerin toplumsal, kültürel ve siyasal dinamiklerine göre farklı anlamlar kazanarak çeşitli şekillerde ele alınmıştır. Divan şiirinde beden, genellikle soyut bir idealin temsili olarak sevgilinin fiziksel özelliklerinin metaforlar ve sembollerle idealize edilmesi şeklinde işlenmiştir. Örneğin, Necâtî Bey’in “Görüp serv-i hıramânın o meh-rûy şitâbınu / Düşüp zülf-i perîşânı yâdına kâküller tarar”beyitinde, sevgilinin yürüyüşü "serv-i hıramân" (salınarak yürüyen servi) olarak betimlenir; saçları ise "zülf-i perîşân" (dağınık saç) metaforuyla idealleştirilir. Divan dönemi şairleri bedeni ve güzelliği ilahiyatla, Tanrı’nın güzelliği ve yüceliğinin yeryüzündeki yansımasını anlatmak için kullanmıştır. Halk şiirinde ise beden, sevgilinin güzelliğini ve fiziksel özelliklerini güncel ve somut bir şekilde tasvir eden bir unsur olarak ortaya çıkmış; ancak bireysel ya da toplumsal bir sorgulama alanı haline gelmemiştir. Karacaoğlan’ın “İnce bele, küçük ayağa kurban / Saçın çözüp salma yârin önüne”dizelerinde, sevgilinin bedenine olan hayranlık doğrudan ifade edilir. Sevgili bir kendi nitelikleri olan bir kimseden ziyade sanatçının duygularını yansıttığı bir olguyu ifade eder. Tanzimat dönemine gelindiğinde ise bireyin toplumsal kimliği ön plana çıkmış, beden özgürlük, bağımsızlık ve millet gibi kavramlarla ilişkilendirilmiştir. Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi’nde geçen “Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım” ifadesi, bireyin bedensel özgürlüğünü toplumsal bir uyanışla ilişkilendirirken, Servet-i Fünun döneminde beden, bireyin melankolik duygu dünyasına odaklanan bir yansımaya dönüşmüştür. Tevfik Fikret’in Sis adlı şiirinde, şehirle birey arasındaki ilişki, bedenin çevresel koşullarca kuşatılmışlığını simgeler. Cumhuriyet dönemi modernleşme ve uluslaşma süreciyle birlikte beden, sağlıklı ve çalışkan bireyi temsil eden bir sembol olarak öne çıkmış; Nazım Hikmet’in Karıma Mektup adlı şiirinde geçen “Bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine” dizeleri, bireysel bedenin toplumsal dayanışma içinde anlam kazandığını göstermiştir. İkinci Yeni hareketiyle birlikte beden, bireyin varoluşsal sorgulamalarının merkezine yerleştirilmiş ve soyut bir metafor haline getirilmiştir. Cemal Süreya’nın Güz Bitiği şiirinde, “Bütün işaretler birleşti sende / Yüzün bir kadeh gibi duruyor avucumda” dizeleri, bedenin aşk ve arzunun metaforu olarak yeniden yorumlanmasını sağlar. 12 Eylül darbesi sonrası dönemde Nilgün Marmara, bedeni yaşamın ağırlığını taşıyan bir yük ve varoluşsal çıkışsızlığın merkezi olarak ele alırken, mekân kavramını bireysel sıkışmışlığın bir yansıması haline getirmiştir. Bu dönüşüm, Nilgün Marmara şiirinde bedenin, Türk şiirindeki tarihsel anlamının ötesine geçerek bir "mekân" ve bireysel varoluşun temsili olarak yeniden inşa edildiğini göstermektedir. Türkiye şiir tarihinde bedenin sanatçının dışında bir anlam ifade etmeye başlaması Tanzimat döneminde kendini göstermiş, bireyin beden algısının kendisine yönelmesi ise modernizme tekabül etmektedir. Birlik ve beraberlik temasının yıkılması, hâli hazırda kökten değişmekte olan toplumsal değerlerin içini boşaltmış ve bireyin kendisine dahi yabancılaşmasına sebep olmuştur. Birey bu dönemin kaçınılmaz bir sonucu olarak sadece topluma değil kendisine yönelik de bir yabancılaşma yaşamış ve bu yabancılaşma olgusu beden algısı üzerinde keskin bir değişime sebebiyet vermiştir.
Modernizmin bireyi toplumsal, ekonomik ve kültürel dinamiklerin baskısı altında yalnızlaşmaya ve kimliğini yitirmeye iten yabancılaşma olgusu, postmodernizmde daha derin ve katmanlı bir hâl almıştır. Bu dönüşüm, Nilgün Marmara’nın şiirlerinde belirgin bir şekilde gözlemlenebilir. Modernizmde, bireyin sanayileşme ve kentleşme ile emeğine, topluma ve kendine yabancılaşması Marx’ın teorileriyle açıklanırken, Marmara’nın şiirlerinde bu yabancılaşma bireysel varoluşsal bir sorgulamayla birleşir. Marmara’nın eserlerinde, Baudrillard’ın simülasyonlar aracılığıyla bireyin gerçeklikten kopuşunu açıklayan teorisiyle paralel bir şekilde, modern hayatın anlamını yitirmiş yapılarının birey üzerinde bıraktığı derin izler görülür. Örneğin, Marmara’nın şiirlerinde sıkça rastlanan kent ve mekân imgeleri, bireyin yalnızlığını ve yaşamın ağırlığını taşımakta zorlanan bir bedenin mekânsal yansıması olarak okunabilir. Postmodern çağın parçalı kimlikleriyle uyumsuzluk içinde yaşayan Marmara, tıpkı Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken eserindeki varoluşsal bekleyiş gibi, şiirlerinde bir çıkış aramaksızın yabancılaşmayı bir yazgı olarak kabul eder. Türkiye’nin modernleşme ve Batılılaşma süreçlerinin bireyde açtığı kültürel ikilemler ve kimlik çatışmaları, Marmara’nın eserlerinde hem toplumsal hem de bireysel bir sorgulama alanı yaratır. Nilgün Marmara’nın şiirlerinde yabancılaşma, bireyin mekâna ve topluma hem fiziksel hem de duygusal bir mesafe koymasıyla somutlaşır. Bu bağlamda, Marmara’nın şiirleri, modernizmin tekinsiz yalnızlığından postmodernizmin anlam krizine uzanan bir yabancılaşma sürecinin edebi bir aynasıdır. Baudrillard’ın simülasyon teorisi ve Marmara’nın şiirleri arasındaki bu bağ, modern ve postmodern bireyin, gerçeklikten kopuşunun ve kendi benliğine yabancılaşmasının edebi bir temsilini oluşturur. Bu ilişki hem evrensel bir sorgulama hem de Türkiye’nin kendine özgü toplumsal dönüşümlerine dair derin bir eleştiri sunar. Şairin, yaşamı simülasyonlarla çevrili bir boşluk olarak algılaması, yalnızca bireysel varoluşsal bir sorgulama değil, aynı zamanda modern ve postmodern dünyanın birey üzerindeki yıkıcı etkilerinin bir yansımasıdır. Marmara’nın şehir üzerinden varoluşsal bir sorgulama yaptığı şiirleri, Baudrillard’ın simülasyonların gerçekliği örtmesi teorisiyle paralel bir şekilde, şehir (mekân) artık kendine özgü bir gerçeklikten yoksun, anlamını kaybetmiş bir simülasyon olarak tasvir edilir.
Nilgün Marmara’nın şiirlerinde beden, yalnızca bireyin fiziksel varlığı olarak değil, aynı zamanda dış dünyanın bir yansıması ve kapanılan bir mekân olarak ele alınır. Baudrillard’ın simülasyon teorisiyle ilişkilendirildiğinde, Marmara’nın şiirlerindeki beden algısı, hipergerçeklik dünyasında anlamını yitiren dış gerçekliğin içselleştirilmiş bir mikrokozmosu olarak okunabilir. Şairin dünyaya ve topluma dair hissettiği yabancılaşma, bedenin yalnızca varoluşsal bir yük değil, aynı zamanda yaşamın anlamsız döngüsünü barındıran bir mekân olarak görülmesine yol açar. Baudrillard’a göre, simülasyonlar bireyin gerçeklikle bağını koparır ve bu kopuş, bireyin kendisini varoluşsal bir çıkışsızlık içinde hissetmesine neden olur. Marmara’nın şiirlerindeki beden, tam da bu çıkışsızlığın mekânıdır; birey dış dünyadaki anlamsızlıktan kaçıp kendi içine kapanırken, bu kapandığı alan bir sığınaktan çok, dünyanın anlamsızlığını ve yıkıcılığını taşıyan bir hapishaneye dönüşür. Örneğin, Marmara’nın “dünyanın ağırlığı omuzlarımda / kendi boşluğuma çekiliyorum” gibi imgelerinde, bedenin hem dış dünyanın yükünü taşıdığı hem de bu yükün bir yankısı olduğu hissedilir. Baudrillard’ın simülasyonlar dünyasının bireyi çevreleyen yapay gerçekliği, Marmara’nın şiirlerinde içe kapanma yoluyla bireyin kendi bedensel mekânında yeniden üretilir; böylece beden hem dış dünyanın bir aynası hem de bu dünyanın ağırlığını taşıyan bir alan olur.
Onun bedeni bir tımarhane.
İçinde çok işçi, deli ve çalışkan!
Onun bedeni bir kule,
İçinde çok basamak, karanlık ve nemli.
Güldürerek çıkarır merdivenlerden,
Ağlatarak indirir aşağı!
Onun bedeni bir küre.
Yüzeyi çok giz, parlak ve akışkan.
Döndürdükçe gösterir çarpıtmaz,
Zamana saygılı ve acıyan. (Marmara, 147)
Bedenin bu şekilde bir mekân olarak ele alınması, Marmara’nın şiirlerini aynı zamanda bir direnç ve sorgulama alanı haline getirir. Şair, bireyin topluma, kültüre ve modern yaşamın dayattığı yapay gerçekliğe yabancılaşmasını, kendi bedeninin içine kapanarak ifade eder. Ancak bu kapanma, bir çözüm sunmaz; aksine, dış dünyanın kaotik ve anlamsız yapısının içselleştirilmesiyle bireyin kendi bedenine ve varlığına da yabancılaşmasına yol açar. Marmara’nın beden-mekân algısı, aynı zamanda Baudrillard’ın hipergerçeklik teorisiyle uyumlu bir şekilde, bireyin gerçek ile simülasyon arasındaki çizgiyi kaybettiği bir alan olarak işlev görür. Şairin şiirlerinde şehir ve mekân imgeleri, bireyin bedeniyle özdeşleşerek bu yabancılaşmayı somutlaştırır.
Marmara’nın şiirlerinde beden, dış dünyanın bir yansıması ve içinde kaybolunan bir mekân olarak algılandığında, Marmara’nın hem modern hem de postmodern dünyanın birey üzerindeki yıkıcı etkilerini nasıl içselleştirdiği ve bunu şiirle nasıl dışa vurduğu daha net anlaşılır. Bu bağlamda Marmara’nın şiirleri, bireyin bedensel varlığını, dış dünyanın parçalanmış gerçekliğinin bir aynası ve bu gerçeklikten kaçış arayışının çıkmazı olarak yorumlar.
Kaynakça:
Marmara, Nilgün (2006) Daktiloya Çekilmiş Şiirler. İstanbul: Everest Yayınları
Marmara, Nilgün (2000) Kırmızı Kahverengi Defter. İstanbul: Telos Yayıncılık
Comments