top of page

Create Your First Project

Start adding your projects to your portfolio. Click on "Manage Projects" to get started

212 Carla Simon Interview

Date

2022 Fall Edition

Role

Editor Writer

Project type

Magazine piece

Yapımcı, yönetmen ve yazar Carla Simón’un filmlerinde seyircisine fazlasıyla tanıdık gelen bir samimiyet ve sıcaklık var. 1986 doğumlu Katalan yönetmenin ilk filmi Estiu 1993 (93 Yazı) 2017’de gösterildiği festivallerde büyük beğeni topladı, 2017 Berlin Uluslararası Film Festivali’nde ‘Generation Kplus’ ve ‘En İyi İlk Film’ kategorilerinde kazandığı ödüllerin ardından İspanya’nın o seneki Yabancı Dilde En İyi Film Oscar aday adayı oldu. Pandemi dolayısıyla yapım süreci aksamaya uğrayan Alcarrás ise 2022 Berlinale’den Altın Ayı Büyük Ödülü ile ayrılan ilk Katalanca film olma şansını yakaladı. Süslü kelimeleri takip eden çok sayıda ödül ve görsel efektin insan değerini belirlediği bir dönemin büyüsünü yaşıyor olmasına rağmen Carla, katıldığı etkinliklerde sergilediği tüm içtenliğiyle ‘ödüllü bir yönetmen’ olarak değil, anlatılacak hikâyelerin ve keşfedilecek dünyaların heyecanını hâlâ içinde taşıyan bir sanatçı olarak karşımızda beliriverdi. Belki de sektördeki hızlı başarısı bundandır ki; Simón’un filmlerinde seyirciyi yakalayan samimi duygular, onun kişiliği ile doğru orantıda ilerliyor. Bu etkileşimin doğal bir sonucu olarak yönetmen, kendi öyküsünü kendi diliyle kendi vaktinde resmetmenin hak edilmiş meyvelerini topluyor. Gerçekçiliği sinematik dünyasının kurucu unsuru olarak kabul eden yönetmenin filmografisindeki her bir iş, seyircisiyle yürüttüğü duygusal diyalog açısından aynı hatta ilerliyor. Uzun metraj filmlerinden önce çektiği ilk kısası Born Positive, kendi hikâyesini anlattığı uzun bir yolculuğun başlangıç noktası aslında, kimi zaman bu yolculuk sırasında derin düşüncelere dalsa da. Born Positive’i takip eden diğer eserleri de bir tür ‘gerçekliği yansıtma’ arzusu etrafında her daim birleşiyor. Gelgelelim Simón’un iki uzun metrajlı yapımı ona ait sanatsal evren dahilinde önemli bir noktada ayrışıyor; Estiu 1993 belgesel niteliği taşıyan hikâyesiyle Carla’nın hayatını baştan sona değiştiren bir kayba odaklanırken, Alcarrás pek çok mekânsal gerçeklik unsuru içeren ama olay örgüsü olarak tamamen kurmaca bir hikâyeyi işliyor. İki filmi birbirinden ayıran otobiyografi unsuru, kurmaca olsun ya da olmasın karakterlerin ‘köklerini arama’ motivasyonları temelinde birleşiyor, seyirciye yönetmenin derdini tekrar hatırlatıyor.
Carla Simón’un topluma ve tanıklıklarına dair dert edindiği şeyleri haykırma isteği çektiği filmlerde birer karmaşa balonunda kaybolmuyor, aksine anlattığı hikâyeler aile yapısını yeniden keşfederken bir yandan da kendi kökünü ya da köksüzlüğünü naif duygularla bulmaya çalışıyor. Keşifleri sırasında Don Kişot’un hakkını vermeye kalkıştığı ve yenik düştüğü değirmenler misali devasa imgeler üretiyor, fakat naif bir gerçekçilik üslubuna uyum sağlamaktan başka bir yol bulamıyor, ahenkli anlatısını
resmetmeye devam ediyor.
Bireysel deneyimin ötesine geçen hikâyeler, yönetmenin kendi tercihiyle yapımlarında yer verdiği amatör aktörlerin sahici hisleriyle birleşerek seyircinin aşina olduğu karşıdaki insana bağlanma hallerini ortaya çıkarıyor. Böylesi oyuncu kumpanyalarıyla birlikte çalışmayı ‘tercih ediyor’ çünkü bu hisler tesadüfî olarak örülen bağların eseri değil, aksine yönetmenin oyuncularla geçirdiği uzun saatlere ve ‘gerçek duyguları’ yakalama arzusunu besleyen samimiyet ve naifliğe dayanıyor. Akdeniz kültüründe sıkça gördüğümüz, âdeta mutlu aile tablosunun tanımı hâline gelmiş, bütün ailenin bir arada oturup o özel anı paylaştığı yemek masası tablosu yönetmen için vazgeçilmez bir mizansen. Her filminde hikâyenin çözülme noktalarından biri olarak kullandığı bu sinematografik kare Carla’nın kendi ailesini düşündüğünde gözünün önüne gelen görsel imajların da birer temsili niteliğinde. Çocukken hepimizin hayalini en az bir kez kurduğu, daha ayaklarımızın pedallarına değmediği aile arabasında kendimiz gibi ufacık arkadaşlarımızla sihirli bir dünyaya yolculuk ettiğimiz o an…
Carla Simón sineması bize bu tanıdık anları, onların uyandırdığı Proustvari özlem hislerini vadediyor; duygularını açıkça yaşamaya, kendine zaman vermeye ve anın içinde sevdiklerinle bir arada olmaya duyulan özlemi… Sinemayı hayatın sorgulanabileceği, yeni tartışma alanlarının açılabileceği bir anlatım yöntemi olarak görmesinin yanı sıra Carla, dili ve sektöre karşı duruşu eşliğinde bir şeyleri göstererek öğretmenin arzusuyla yaşıyor. Bugünlerde -paradoksal biçimde aynı anda yaşadığımız- rehavet ve karamsarlık hislerine yenik düşmediğimiz anlara dair bir detayı bizlere hatırlatıyor belki de. Dolayısıyla, ‘kendisinden sonra gelecek nesillere bir kazanım bırakmam gerek’ ilkesini hayatında uygulamaya devam ediyor. Her yeni filmiyle kendisine ve anlatacaklarına dair biçimsel ve tematik yeni şeyler öğrendiğini her fırsatta ifade ediyor Simón. Okuyacağınız söyleşi bağlamında bu sonbaharda prömiyeri gerçekleşecek yeni projesi de kendisine dair, sanatına dair keşfetmek istediği yenilikleri yakaladığı bir yapım.
Miu Miu, Women’s Tales projesiyle çağının özgün ve önemli yönetmenlerini bir araya getirerek kadınlığın yeniden keşfedilmesi için bir alan yarattı. Projenin 24. edisyonunda yer alan Carta a mi madre para mi hijo (Oğlum için Anneme Mektup), oğlunu dünyaya getirdikten sonra Carla Simón’un kendi ailesine mensup kadınların yaşamlarını yeniden düşündüğü, kadınlığın ve anneliğin kuşaklar boyu geçirdiği dönüşüme ve kuşaklar arası iletişim hallerine odaklandığı bir kısa film. Daha önce tutarlı biçimde kullandığı gerçeklik dilinin ötesine açılan bu yapım, peşisıra üç farklı zaman dilimini katederek yol alan Carla’nın hamile annesini şimdiki zamana taşıyor ve masmavi Katalonya denizi kıyılarında onu bekleyen kızı ve kızının küçük oğluyla bir araya getiriyor. Yönetmenin küçük bir çocukken kaybettiği ailesi için yarattığı bir anıt niteliği taşıyan film, kendisi için varlığını hissedemediği kökleri oğlu için var etmeye ve yaşatmaya çalışmasını, belgesel ile kurmacayı bir kadrajın dilinde yansıtmaya çalıştığı görsel yolculuğunun şimdilik vardığı son noktayı simgeliyor âdeta.
Bu sayıyı hazırlarken kendimize yönelttiğimiz “Gerçek nedir? Gerçeklikten geriye hepimizi içine alan bir tanım kaldı mı?” sorusuna dair duyduğumuz heyecan bu takdim yazısını takiben okuyacağınız röportaj özelinde daha da çoğaldı. Zira Carla Simón, günümüzle farklı ilişki kuran, gelecekte ‘çağımızın romantikleri’ arasında sayılacak niteliklere sahip bir sanatçı. En son çıkan teknolojileri sinemasına alet etmek ona doğal gelmiyor, internetsiz dünyada kurulan içtenlik, en büyük hasreti. Yani dış dünyanın gerçekliği Carla’yı içine almıyor, nitekim o da bu dış dünyaya kendini teslim etmeden kendi dünyasını yaratıyor. Hepimizin hasret kaldığı bir şeyler var mutlaka. Carla bize bu hasretle barışmayı, oturup konuşmayı ve zaman zaman hak edilmiş gözyaşları dökmeyi tembihliyor ve ekliyor: merak etmeyin, şu an burada güvendesiniz.

© 2025. Created with passion as an arbitrary act of survival. 

  • Instagram
bottom of page