top of page
Search

FOSFORLU CEVRİYE: ÖTEKİ BELLEK İLE BİR İSTANBUL OKUMASI

  • Writer: Gunes Sonmez
    Gunes Sonmez
  • Oct 29
  • 7 min read

“Ah bre Fosforlum…”

 

Suat Derviş’in 1968 yayınlı kitabını okurken içimde göz ardı etmekte oldukça zorlandığım kırgınlıklar hissettim. Kırgınlıklar, tatlı sert kaş çatmalar, damağımda kalan mutluluklar… Düşünmeye başladım, “Ben Cevriye ile aynı İstanbul’u hiç deneyimlemedim, benim hayat deneyimim ve konumum Cevriye’den oldukça farklıydı. Aramızda neredeyse dağlar kadar fark varken beni Cevriye’ye bu kadar çeken, yaşadıklarını ta içimde hissettiren nedir?” Hâlbuki Fosforlu Cevriye ile aramda kurduğum bağ tam da kitabın temelini oluşturan anlatıdan geliyor; bu bir kadın hikâyesi. Suat Derviş romanının tüm anlatısını ötekiler ve ötekilerin hayat deneyimleri üzerine kurarak okuyucusuna kent sokaklarını arşınlayan bambaşka hayatların izlerini sunuyor. Bu izler bizi dinî ayrılıklara, ırksal ayrılıklara, cinsiyet ayrılıklarına götürerek dönemin toplumunun deneyimlediği ve oldukça sert bir biçimde tezahür eden değişimlere, bir de asla değişmeyenlere ışık tutuyor. Cevriye’nin gözlerinden izlediğimiz İstanbul anlatısının içinde oldukça net bir söylem var; bu ötekileştirilmiş bir kadının hikâyesi değil, bir kadının öteki hikâyesi. Cevriye’nin deneyimi ne olursa olsun, hayatı ve sınıfı ne olursa olsun ataerkil toplumun baskısı altında yaşayan bütün kadınlarla paylaştığı deneyim ortaklaşıyor. Bu paylaşım o kadar temel bir yerden, o kadar belirgin bir kadınlık deneyimi üzerinden aktarılıyor ki Fosforlu Cevriye’yi bir kadın anlatısı olarak okuduğumuzda 2024 Türkiye’sinde tıpatıp tezahürlerini görmek mümkün. Bu yazı Fosforlu Cevriye’nin Türkiye edebiyatında gerek biçimsel gerek karakterleri bağlamındaki konumu üzerine düşünürken Derviş’in ana karakterinin hayatı, kenti deneyimleme ve okuma şeklinin toplum üzerine neler söylediğini anlamaya çalışacaktır.

 

1945 yılında bir gazetede tefrika edilmesinin ardından 1968 yılında ilk basımı gerçekleşen Fosforlu Cevriyedönemi göz önünde bulundurulduğunda kadın ana karakterinin çarpıcı ve cesur yaşam anlatısı ile kendisini çağdaşlarından ayırır. Suat Derviş’in yırtık kadın kahramanı Cevriye hayatı yakasından tutmaktan korkmayan, görme ve görülme arzusuyla yanıp tutuşan, var olduğunu iliklerine kadar hissetmek isteyen bir karakter. Kendisine atfedilen özelliklerin ondan önce yazılan tüm modern eserlerde sadece erkek karakterlere yakışır görülmesi sadece Cevriye’yi değil Suat Derviş’i de toplum içinde bambaşka bir yere konumlandırıyor. Hayatını İstanbul sokaklarında seks işçiliği yaparak idame ettiren Cevriye ait olduğu şehrin ‘köprü altında, üstünde ve civarında’ dünyaya gözlerini açmış, deniz ile gökyüzünün çocuğu olduğuna inanan köksüz bir kadın. Anne ve babasını tanımayan Cevriye bir süre şefkat ve sevgi hissederek kendisiyle ilgilendiğini hatırladığı “uzun boylu, incecik bacaklı bir erkek” için birlikte uyudukları dubaların yanında ölmesinin ardından ağladığını hatırlıyor. “Niçin? Bu ölü, zayıf, incecik bacaklı adam hep kendi yanında olan adam mı? Onu göğsünün içine sokarak uyutan, babası zannettiği ve kim olduğunu bilmediği adam mı?” (s. 25) Aidiyetini hatırlayamıyor Cevriye, hatırladığı tek şey hisleri. Hayatı anlamak ya da analiz etmek ihtiyacı hissetmeyen kadın kentin içinde deneyimleri ve duyguları ile hareket ediyor, çevresini tanımaya özen gösteriyor. Cevriye ve İstanbul şehri bir fantezi, mit ortaklığı içinde var olmakta. Eğer ki Cevriye bir mit temsilcisi olarak karşımıza çıkıyorsa bu klişeleştirilmiş, ‘fethedilmeyi bekleyen doğa’ tasviri ile bir tutulmuş kadın portesinden olabildiğince uzağa konumlandırılmış bir mit, bu boyalı tırnaklarıyla kentin her bir kaldırım taşını ters çevirip tüm insanlığa vaat edilen hayatı kimseyi bekleme niyeti olmadan bedeni ve ruhuna dört kolla sarılmış arayışta olan bir kadın mitidir. Böylelikle Suat Derviş edebiyatı ezelden beri tekeline almış makbul kadın kalıbına gelişine bir tekme atmış, kadın anlatısını toplumcu gerçekliği ile harmanlayan bir yazar olarak kendi yolunu, izini kazımıştır. Suat Derviş hayata aydın ve iki ebeveynli bir ailenin kızı olarak gözlerini açmış, bu aile içinde eğitimi ve sevgisi eksik edilmediği düşünülen bir hayat yaşamıştır. Konservatuar eğitimini yarıda bıraktığı Weimar Almanya’sında gazetecilik ve yazarlık yapmaya başlayan Derviş modernitenin doruklarında, bir dünya savaşı görmelerinin ardından keskin değişim ve dönüşümlere uğrayan toplumun içinde kendilerini görünür kılmakta olan sanatçı kadınların anlatılarını birinci elden deneyimleme fırsatı bulmuştur. Bu anlatı patriyarkanın dayattığı ikili temsiliyet sistemine meydan okumayı amaçlamakta, bu sistemin dışında var olan ve yer kaplayan kadınların hikâyelerini anlatmaktadır. İstanbul’da Galata’nın ‘Cevriye’leriyle yaptığı röportajların ardından gelişen kent anlatısında Avrupa yaşam deneyimi ve İstanbul’da bir çarpık biçiminin gözlemlenebileceği modernize olmuş kentlerin etkisini yadsımak mümkün değildir; bu anlatı bir var oluş arzusunu ifade etmekle görevlidir. Derviş kendi yaşamında da her zaman sağlam bir benlik göstermiş, ilişkilendiği kişilerle değil kendi benliğiyle anılma konusunda oldukça ısrarlı davranmıştır. Fosforlu Cevriye’nin hikâyesindeki korkusuzluk kuşkusuz kendi benliğine duyduğu korkusuz arzudan kaynaklıdır. Birbirinden taban tabana zıt hayatlar yaşan Cevriye ve Suat tek bir noktada düğümlenmişçesine bir bağ kurar, kadınlık.

 

Kitap aynı zamanda toplum içinde kimliksizleştirilmeye uğraşılan etnik grupların konumları ve durumları ile ilgili de net bir resim çizer. Cevriye’nin yakinen ilişkilendiği çeşitli gayrimüslim karakterlerin hikâyelerini bir yol olarak kullanır, Osmanlı İmparatorluğundan bu yana süre gelen ötekileştirme ve yerinden etme politikasının okuyucunun gözünde net bir biçimde belirmesini sağlar. Romanın ilk sayfalarından itibaren aklımıza kazınan bu anlatı mekânsal olarak kendisini en açık biçimiyle karakol sahnesinde gösterir: “Emval-i metrukeden kalmış ve vaktiyle hali ve vakti yerinde bir Rum ailesine ait bina olmalıydı.” (s. 14) Devlet otoritesinin açıkça konuşlandığı bu bina 1915’ten sonra hız kazanan yok etme/ yerinden etme arzusuyla azınlıkların elinden alınan mal-mülklere sadece bir örnek oluşturmaktadır. Kültürlerinden, evlerinden koparılan ve ötekileştirilen azınlıkların evine yerleştirilen devlet organının emniyet gücü olması da Derviş’in anlatısında bir tesadüf değildir. Karakol bina temsiliyeti olarak da bir koparılma simgesidir; romanda sokağın, şehrin asıl sahibi olarak konumlanan kadınların bir azınlık ailesinden koparılan binada erkeklikle ve yasayla, özgürlükleri adına mücadele etmeleri “ötekileştirilme” şemsiyesi altında birleşmeyi temsil eder. Var oluşlarına açık bir tehdit olarak konumlanan bu çatı altında bir araya gelen, birbirleri ile yolları kesişen kadınlar kimlikleri fark etmeksizin alternatif bir aile, bir örgütlenme biçimini ortaya koyar.

 

“Hiç şüphesiz ki bu gece, karakola ilk getirildiği akşam kadar korkuyordu… Hani içinde bir korku olmasa, bu gece karakolun sıcak odasına düşmüş olmaktan zerrece yeis duymayacaktı. Böyle bir sıcağa iliklerinin, kemiklerinin ihtiyacı vardı. Sonra da burada, şimdi ahbaplara, tanıdıklara rast gelecekti. Hemen hemen de hepsini akraba özler gibi özlemişti.” (s. 17)

 

Bu birleşme hali hikâyede kent içinde kent yaratımını simgeler, ötekileştirilmişlerin birleşmesiyle ortaya çıkan yeni bir kent anlatısını ortaya koyar. Yaratılan kent anlatısının içinde toplumun genel ahlak anlayışına yer yoktur, Derviş bu topluluk arasında kabul edilen bir sokak ahlâkının varlığına işaret eder; iyi/kötü olmak, o/bu/şu etnik kökenden gelmek, katil-hırsız-kaçakçı olmak anlamını yitirmiş, önemli olan tek kural birbirini kollamaktan ibarettir. Cevriye de kendi özgürlüğünü kaybetmek uğruna bu ahlaki kurallara uyar:

 

“Yalnız iş merkezde bitse pekâlâ… Fakat sonra mahkeme faslı başlar. Sekiz kere çağırırlar. Ali’yle yüzleştirirler, Veli’yle yüzleştirirler. Sonra da suçlandırdığınız insanın veya haksız çıkardığınız insanın veya haksız çıkardığınız tarafın size bir bakışı olur, bir bakışı olurdu ki… ölüm daha iyi… İşim selameti “dilinin yularını kısmak” ve sana bir şey sordular mı: “Görmedim, işitmedim, duymadım, bilmem” demekti… Galata’da kızın böylesi makbuldü. Saksağan kuşu gibi cır cır konuşanların hiçbir kıymeti yoktu.” (s. 206)

 

Toplumu ve toplumun ahlak anlayışını eleştirirken Suat Derviş, biçiminde önemli bir yer tutan mekansallığa bir idam sahnesinde yer verir. Bu sahne gayrimüslim Marika’nın aşkı uğruna delirdiği Ömer’in idamını anlatır. Halka adeta bir eğlence gibi sunulan bu idam manzarasının Cevriye’nin gözünden anlatılması şehir içindeki önemine, etkisine dikkat çekmektedir. Bu vahşi pratik birbirine kırdırılan topluma asla güvende olmadıklarını tekrar ve tekrar hissettirildiğinin bir simgesidir adeta.

 

“Ömer’in idam edildiği sabahı hatırlıyordu. Allah’ım o ne müthiş bir sabahtı. Onun idam mahkûmu olduğunu öğrendiğinden beri… hep o Sultanahmet Meydanı’nın hali… hep o kalabalık… hep o sehpa gözünün önünden gitmiyor. Meydanda halk eğlence seyretmeye gelmiş gibi toplanmıştı o gün. Bir simitçi: “Taze simit… Taze simit… Sıcak sıcak,” diye bağırarak halk arasında dolaşmaktaydı. Cevriye simidin misk kokusunu hâlâ duyar gibi oluyordu. Ömer’in idamını beklerken, halk misk kokulu simitleri kapışa kapışa yemişti.” (s. 200)

 

Yazarın ana karakteri üzerinden bağladığı hikâyelerde birleştirici öge her zaman İstanbul’dur. Yine kentin gayrimüslim hikâyelerine odaklanırken Derviş, Ermeni bir kadın olan Sümbül Dudu ve Cevriye arasındaki konuşmada bir birliğe işaret eder:

 

“Benim gâvurluğumlan senin Müslümanlığın laf peresenk olur mu sakin?.. Sen Müslüman, ben gâvur. Buna köpekler dahim güler… Biz henüz seninlem işin doğrusuna bakılırsa insan dahi olamamışız” (s. 237)

 

Bu birlik derin ötekileştirilme duygusundan gelmektedir. Cevriye’nin hayatında bir anne olarak konumlanan Sümbül Dudu, tıpkı onun gibi İstanbul’a gönülden bağlıdır. “Beni oraya sevk etmek istedi. Ama Samatyalı Sümbül Dudu ihracat malı olur? Öleyim, Galata’da öleyim, dedim. Şu Galata’nın pis kokusu yok mu?” (s. 237) Kentin ötekilerini Cevriye’ye bağlayan yegâne tema şehirdir, İstanbul’dur. Bu şehir içinde şehir yaratan topluluğun, bu aidiyetini kaybetmişlerin ait olduklarını hissettikleri tek yerdir İstanbul. Cevriye’nin hapishanede kentin sokaklarını arşınladığını, çamurlar içinde yürüdüğünü hayal etmesi de bundandır. Kendisini bir tek bu şehre tamamen ait hisseden Cevriye buranın dışında bir hayat tahayyülüne sahip olamaz.

 

“Kodesteyken gün oluyordu abi, sokakları düşünüyordum. Çamurlu sokakları, yağmur yağan soğuk, pis ve çamurlu sokakları ve ayaklarıma bakıyordum. Yürümeyen ayaklarıma bakıyor ve onlarla hem de çıplak olarak o çamurların içinde yürümek, yürümek, sonra koşmak, koşmak, koşmak istiyordum. Çamurlu sokaklara, gecelere, yağmur altında ıslanmaya, köprüaltında yatmaya, ayaklarımı rıhtımdan sallandırarak kötü bir günde denizi seyretmeye, Gülhane parkında bir sıraya oturup sırtımı güneşte ısıtmaya can atıyordum. Buna hasret çekiyordum ben. Yürümek, karşıma bir duvar, bir kapı çıkmadan, kimse, “Dur! Geçme, yasak!” demeden gözümün alabildiğine yürümek, yürümek istiyordum. Tıkanıncaya, nefesim kesilinceye, nefesim kesilip yıkılıncaya kadar kelepçesiz, jandarmasız yürümek istiyordum.” (s. 259)

 

Fosforlu Cevriye modern Türkiye edebiyatının yegâne flanözlerinden bir tanesidir. Attığı her adımda İstanbul’u anlatır; adeta şehrin kendisi, yürüyen suretidir. Tıpkı modern dünyanın flanörleri gibi bir amaç gütmeksizin, sadece kenti deneyimlemeye ve anın içinde var olduğunu hissetmeye odaklanmıştır. Derviş hikâye içinde sıklıkla Cevriye’nin kente olan derin bağlılığını ifade eder. Cevriye özgürlüğüne aşık bir kadındır ve bu şehre olan bağlılık aynı zamanda Cevriye’nin özgürlüğünün bir simgesidir; sadece İstanbul’un sokaklarını yürümeyi hayal eder, durmaksızın yürümek eylemi onun için bu özgürlüğün yapıtaşıdır. Ana karakterin bir seks işçisi olarak çizilmesi de bu hususta önem kazanır. Cevriye’nin kenti iyisiyle kötüsüyle, gecesiyle gündüzüyle avucunun içi gibi biliyor ve daima yürüyor olması modern kent anlatısına hizmet etmektedir. Derviş, yürüyen “karanlık kadın” detayı ile adeta Charles Baudelaire’in modernitesine göz kırpmaktadır. Modern romandaki kent ve bireysellik ilişkisi Fosforlu Cevriye’de karşımıza kadının var oluşu ile harmanlanmış olarak çıkar, modern bir kadın anlatısı olarak.

 

Peki bu romanda feminist bir romantizmden söz edebilir miyiz? Cevriye adını dahi bilmediği bir adama böyle körü körüne âşık olurken, kara sevda söz konusu iken bundan bahsetmek mümkün olabilir mi? Cevriye’nin ona olan aşkı romanın birçok bölümünde karşımıza bir ideale olan aşk biçiminde çıkıyor, bir hülyaya olan aşk. Tüm hayatını erkeklerin arzu nesnesi olarak geçirdikten sonra Cevriye’nin karşısına ilk defa onu bir et parçası olarak görmeyen, onun varlığına saygı duyan bir erkek çıkıyor. Cevriye kara sevdasına bir sıradan bir aşk, sevgi bağı olarak yaklaşmıyor; adeta yüce bir bağlılığı temsil ediyor onun için bu adam. Hiç sahip olmadığı annesini hatırlıyor ona annelik etmek istiyor, babası olduğuna inandığı adamı anımsıyor ona babalık atfediyor. Aslında Cevriye bir masal kahramanı gibi kentin içinde kendi fantezilerini yaratıyor, gördükleri ve deneyimledikleri ile kendisine kabul edildiği ve sevildiği bir dünya inşa ediyor. Cevriye’nin bir sevmek ve onu tanımak gibi bir gayesi yok, o zaten erkekliği ve erkekliğin sonuçlarını gündelik olarak deneyimleyen bir karakter. Bu sebeple o, kendisine bu erkekliği yaşatmayan hatta arasına mesafe koymasına izin verip bir hayale kapılmasına yol açan bu adama sevdalanıyor. Kentin yürüyen sureti Cevriye Necatibey sokağında olabildiğince durağan, gerçeklikten uzak hayata alıştıkça kendi sonuna doğru emin adımlarla yürüyor.

 

Suat Derviş Fosforlu Cevriye’de anlattığı İstanbul toplumuyla okuyucusunun aklına Otto Dix’in ‘Metropolis’ (1927-928) eserini getirmektedir. Binlerce parçaya bölünmüş kentin her bir köşesinde başka hikâyeler yaşanırken şehrin kendisi bir anlatıya dönüşmüş, İstanbul bütün bu hikâyelerin merkezine oturmuştur. Toplumsal değişimlerin, yeniye uyum sağlamaya çalışan ‘başkalarının’ hikâyelerine odaklanan Suat Derviş, Fosforlu Cevriye’de alternatif bir kent portresi sunuyor. Ve bunu denizlerin ve göklerin kızı olan, İstanbul’un adım adım hafızasını tutan ‘karanlık kadın’ Cevriye’nin bilincinden okuyucusuna sunuyor.

 

 

KAYNAKÇA

Derviş, Suat. Fosforlu Cevriye. İthaki Yayınları, İstanbul, 2016.

 
 
 

Recent Posts

See All
NİLGÜN MARMARA ŞİİRİNDE BEDENİN MEKÂNLAŞMASI

“Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer... Kafatasımın içini, bir küçük huzur adına aynalarla kaplattım, ölü

 
 
 

Comments


© 2025. Created with passion as an arbitrary act of survival. 

  • Instagram
bottom of page